Sahnenin Dışındakiler Kitap Özeti

Sahnenin Dışındakiler Kitap Özeti

Tür: Roman

Dergâh Yayınları

Sayfa Sayısı: 343

Sahnenin Dışındakiler, 1950de tefrika edildikten sonra ancak 1973 yılında kitap olarak yayımlanabilmiştir. Yazarın diğer romanlarından Mahur Beste ile Huzur bu kitapla birlikte bir Nehir romanın parçaları olarak değerlendirilmiştir.
Sahnenin Dışındakilerde zaman 1920 yılıdır ve mekân İstanbuldur. Türk milletinin yaşadığı o ateşten günlerde İstanbul hem bir sahnedir, hem de sahnenin dışı. Asıl sahne Anadolu, bu sahne dışı İstanbulda pek az görünür, değişik aynalardan görülür.
Sahnenin Dışındakilerde kalabalık bir şahıs kadrosu vardır. Bunlar içinde gözden düşmüş fakat kendilerinin her an hatırlanacağını uman devlet adamları, harp vurguncuları, idealistler, hainler, fedakar kadınlar, düşmüş kadınlar, değişen hayat şartları içinde yerlerini arayanlar, ızdırabın hayatlarını kabarttığı insanlar yer alır.

Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler adlı romanınında, Kurtuluş Savaşı öncesi ve sırasındaki İstanbul’un halini ve tavrını, orada yaşayan toplumun çeşitli katmanlarından insanlar üzerinden anlatıyor. Pek çok farklı konuya değinen Tanpınar, döneminin yazarlarının çoğunun yaptığı gibi savaşın sahnesi olan Anadolu’yu anlatmıyor. Aksine İstanbul’u anlatarak bize sahnenin dışında neler olduğunu gösteriyor. Tanpınar, I. Dünya Harbi öncesindeki durumu da dahil olmak üzere, harp sonrası İstanbul’u ve halkının umutsuzluğunu, toplumdaki ekonomik ve sosyal değişimi, Anadolu’da Kurtuluş Mücadelesi verilirken bu savaştan uzak ve hatta ona karşı durmuş bir şehir olan İstanbul’da yaşamanın ve birşeyler yapmanın zorluğunu, İstanbulluların Anadolu’yu anlamaya çalışmalarını, işgal altındaki bir kentte başı dik durmaya çalışan aydınların geçirdiği zorlukları yarattığı karakterler üzerinden, çok renkli bir şekilde bize gösteriyor. Kitabın daha ilk sayfalarından I. Dünya Harbi sonrası işgal edilmiş İstanbul’un umutsuz ve çökmüş halini görüyoruz. Kitabın ana karakteri Cemal, uzun bir aradan sonra İstanbul’a geldiğinde gördüğü manzara karşısında şok olur. İstanbul’un her bir köşesinde farklı milletlerin işgal askerleri kol gezmektedir. Yabancı milletlerin marşları sokaklarda yankılanır ve yerel halk başları önlerinde ve ezik olarak yaşamanın utancı içinde hayatlarına devam etmeye çalışırlar. Bu durumu farkeden Cemal, uzaktan nasıl olduğunu tam kestiremediği ve belki de duyduklarına biraz burun kıvırdığı işgal hayatınının soğuk yüzü karşısında endişe duyar. İnsanlar gerçekten İstanbul’da hayatlarını sürdürebilmek için çok zorluk çekerler. Her evin içi ayrı bir dramayı ve yokluğu yaşar. Kaybedilmiş yakınlar, git gide daha da kötüye giden ekonomi yüzünden çekilen açlık,yüzü solmuş,kirlenmiş ve her yeri dökülen bir şehir, yabancı askerlerin varlığının insanlar üzerinde bıraktığı olumsuz etki oldukça dramatik olarak anlatılır hikayede. Cemal İstanbul’da dolaşırken, onun zihni içinde oluşan görüntlerden biz de o zamanın İstanbul’unu görürüz. Herşey değişmiştir artık. Mutsuzluk her yeri kaplamıştır. Herkesin boynu yere eğik, yaşamlarını idame ettirmeye çalışır. Ara ara isyan etseler de Anadolu halkından uzak ve kopuk bir yaşam süren, her devletten askerin kol gezdiği bir şehrin insanları olarak İstanbulluların sesleri pek çıkamaz. Yeni zenginlerle eski soyluların bu ilişkisi Avrupa’daki burjuvazinin zenginleştiği zamanları hatırlatıyor. Burjuvazinin parasıyla aristokratın soyluluk ünvanının yaptığı evliliklere benzer bu Türk evliliklerinin yaşandığı İstanbul’da, bu durum pek de hoş karşılanmamaktadır ve hatta biraz bayağı kaçmaktadır. Sabiha ile evlenen Muhtar bu hoşnutsuzluğu en iyi ortaya çıkartan karakter olarak yer alır hikayenin içinde. İşgal zamanında zengin olmak derdi içinde olan bu adam biraz da karikatürize bir biçimde ‘kötü’ olarak gösterilir. Bir de bu tip karakterlerin yanında, bir de biraz ‘karaktersiz’ tipler vardır İbrahim Bey gibi. O ve onun gibi ‘Anadolu’daki mücadeleye karşı durmuş, ülkeyi düşman işgaline bırakmış, vasıfsız’ İstanbul hükümetiyle iş birliği yaparak zengin olan adamlar vardır. Onlar kötü olmaktan ziyade acınılacak derecede gözü yalnızca parada ve malda mülkte olan tiplerdir. Memleket meseleleriyle çıkarları dışında hiç bir alakaları yoktur. Anadolu’yu tanımamak aslında çok doğaldır. Bazıları kendi dertleriyle uğraştıkları ve Anadolu’da neler olduğuyla ilgilenmedikleri için bihaber olsalar da, halkın çoğu aslında Anadolu’ya ait haberlerin gizliden gizliye yayılması yüzünden kopuktur. İstanbul’a set çekmiştir Anadolu ve İstanbul’da Anadolu’da sürdürülen mücadeleyi yadsıyarak set çekmiştir ona. Olan, gönlü Anadolu’da kalan insanlara olur. Ne yaparlarsa yapsınlar, yine de Anadolu’yu anlayamazlar. Yine de zaman ilerledikçe, Anadolu, zaferler kazandıkça daha çok duyurur sesini ama bu sefer de İstanbul durgunlaşır. Anadolu’dan iyi haberler geldikçe, İstanbul üzerindeki işgal ağırlığını daha çok farketmeye ve bunun altında daha çok ezilmeye başlar. Sabırlar tükeniyordur artık. Umut ışığı artıkça, İstanbul daha da karanlığa gömülür. ‘Anadolu Ateşi’nin’ her yeri saracağını anlayan bazı İstanbul hükümeti destekçileri, baştan beri Milli Mücadele taraftarı gibi davranmaya başlarlar. Tüm bu gelişmeler sırasında sahnenin dışı İstanbul’da sahnenin içinde kalmaya çalışan oyuncular olarak İhsan, Muhlis ve tüm o çevre yavaş yavaş sönmeye başlar. Nasır Paşa’nın teslim ettiği yazının onun hatıratı olmadığı ortaya çıkınca, bu sönüş doruk noktasına ulaşır. Verilmiş tüm uğraşlara rağmen, Anadolu sahnesi günden güne aydınlanırken, İstanbul’un oyuncuları sahne dışı kalmaya mecbur olurlar. Daha başlarda Cemal’in şüphe duyduğu şey gerçek olur. Tüm yapılanlar realite olmaya çalışan bir oyunun ötesine geçememiştir. Okuyucuya çok şey vaad eden İhsan karakteri git gide sönmüş, birşey yapamadan Milli Mücadele hikayesinin ortasında kala kalmıştır sanki. Cemal’e gelince, baştan beri Sabiha’yı arayıp bulup ona yardım edebilmek hayalleri ile vatan-millet meseleleri arasında gel gitlerle var olmuş bir karakter olarak, kitabın sonunda da aynı belirsiz ve karamsar tavrı devam eder. Ama bu sefer bir fark vardır; artık umut da yoktur. Nasır Paşa ölmüştür, İhsan zor ve belirsiz bir durumda kalmıştır ve başından beri hayalleri olan Sabiha mutlak bir mutsuzluğa mahkum olmuştur. Mutsuz bir evlilikten kaçarak, sahneye çıkmıştır. Ama bu sahneye çıkış, çocukluk hayallerini gerçekleştirmek veya Türk kadını olarak bir devrim yapmak gibi sebeplerden ziyade, bir düşüş ve son kaçış anıdır. Sabiha bizim gözümüzde radikal bir hareketle çıkış yapmış güçlü bir kadın imgesinden çok, neredeyse bir fahişe kadar düşmüş bir kadın imgesiyle bitirir hikayesini.Yüzyıllar boyu çeşitli medeniyetlere ‘sahne olmuş’, tarihin en önemli anlarına ışık tutmuş insanları ile birçok medeniyete başkentlik yapmış İstanbul, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Sahnenin Dışındakiler adlı romanında artık ‘sahne dışı’ kalmış, mutsuz, umutsuz, kurtuluş mücadelesinden tamamen kopmuş bir şehirdir. Romandaki kahramanların belirsiz geleceği, İstanbul’un belirsizlikler içindeki geleceğini yansıtır. Roman, her zaman sahne olmaya alışkın ve belki de bu alışkanlığın getirdiği kendine güvenle, başladığı yolun ortasında kalakalmış bir şehir olarak İstanbul’un ve onun ne yapacağı kestirilemeyen, umutsuz ve biraz da ruhsuz insanlarının hikayesi olarak biraz karanlık bir şekilde bitse de, Tanpınar’ın -dönemin ruhunu yansıtan diğer romanlarda olduğu gibi- Anadolu’yu değil de İstanbul’u ve orada yaşananları, yarattığı karakterler üzerinden anlatmayı başardığı hikayesi, bu özelliği ile şuana kadar okuduğum pek çok diğer Kurtuluş Mücadelesi romanları arasından kendisini sıyırmayı başarıyor.